Shantaram'ı okuyup da Mumbai'yi görmek istemeyecek fazla kişi yoktur sanırım. Hayatımızın bir parçasına dönüşen seyahatlerimizin bir durağı daha belli olmuştu. Hindistan'ın en bilinen yüzü Altın Üçgenden Delhi, Agra, jaipur ve Varanasi'yi daha önce gezdiğimiz için bu kez Mumbai hedefimizi Sri Lanka ile birleştirerek program yaptık. Sessiz sakin Sri Lanka'nın ardından gecenin yarısı indiğimiz havaalanındaki kalabalık ve keşmekeş gün içinde neler görebileceğimizi az çok belli ediyordu. Otelimizin yolladığı araçla şehrin güneyine doğru giderken, taksiyle gelseydik kasıtlı olarak dolaştırıldığımızı düşünebilecek kadar dolambaçlı ve uzun bir yol katettik.
Portekizce "iyi liman" anlamında sonradan verilmiş Bombay ismini bırakıp tekrar Mumbai adını alarak ülkenin finans, sanat, kültür alanlarında lolomotif şehri olmaya devam etmiş. Aslında büyük bir ada ama köprülerle ve deniz doldurularak anakaraya bağlanmış. En güney ucundaki turistik Colaba bölgesindeki otelimizin yeri ,Taj Mahal Otel ve Hindistan Kapısı'na yürüme mesafesinde, görmek istediğimiz birçok yere yakınlığı büyük avantaj sağladı.
Programımızda tabii ki Gregory David Roberts'in romanında adı geçen mekanlar öncelikli ama şehrin gezmeye doyamayacağımız sürprizlerle de dolu olduğunu tahmin ediyorduk. İlk gün ünlü Marine Drive sahil yolundan geçerek Malabar Tepsi'ndeki Babu Amichand Panalal Adishwarji Jain tapınağına geldik. Şiddetin her türünü reddettikleri için vejeteryan olmalarına rağmen patates gibi köküyle yenen bitkileri bile onaylamayan bir inancın tapınağıydı.
Yavaş yavaş kalabalığa girerek fotoğraflar çekmeye başladık. Sıradan kıyafetlerimizle kalabalığın içinde farkedilmemiz hiç zor olmadı, bir süre sonra düğün fotoğrafçısı da konuklar da fotoğraf makinalarını bize çevirdiler. Damadın annesi, kardeşleri uğur getirmesi için boynumuza uzun kolyeler takmaya başladılar. Bir yandan elleri kınalı genç bir kadın elindeki süslü kaptan birşeyleri damadın yüzüne sürerken bir yandan da gürültüde duyamadığımız sözler söylüyordu, dua mı, nasihat mı.. anlayamadık ama uzun uzun konuştu damada.
Gelin daha ortalarda yoktu. İçeride bir odadaymış . Düğünün devamında daha sonra ortaya çıkacakmış. Kıyafetlerimizle ortama uygun olmadığımız bir yana , konukların sadece bir kısmının içerideki yemek masalarına doğru yürüdüğünü görünce kalmamızın uygun olmayacağını düşündük. Damadı atıyla beraber süslü bir girişin altına getirdiler, kılıcını Ganesh heykeline doğru kaldırdı, omuzlar üzerinde attan indirilip süslü bir koltuğa oturtulduğunda biz de yolumuza devam edip kıyıdan yaklaşık 1 km uzaktaki bir adacıkta bulunan Hacı Ali dergahına gittik . Karaya uzun bir yolla bağlanan dergaha yaklaştıkça fakirlik, dilenciler, kuran sesleri, yoğun bir kalabalık başladı.Sokakta yaşayan, oturdukları noktanın yerlisi olduğu belli olan insanlar, aileler, yaşlısı genci para istiyordu. Kapı önündeki derme çatma lokantalardan ve kalabalıktan gelen kokulardan kurtulmak için adacığın arkasında açık denize doğru ilerledik.
Mumbai manzarası ve deniz havası iyi geldi.
15. yy'da yaşamış Buharalı Müslüman bir tüccar olan Hacı Ali'nin yardım ettiği kadının hikayesi çeşitli versiyonlarla anlatılıyor. Mezarına yaklaşmak için de kadın ve erkeklerin girişi ayrı. Büyük bir restorasyon nedeniyle yapının tamamını göremedik. Zaten artık hava kararıyordu ve çok yorulmuştuk. Dış görünümü biraz daha iyi olan bir taksiye binerek bu tatilimizi cinayetle bitirmemize sebep bile olabilecek bir taksiciye rastladık. Gideceğimiz yer belli: Hindistan Kapısı, yol belli, güzergah belli.... İlk andan itibaren konuşmaya, geğirmeye, güvenli yasal taksici olduğunu anlatmaya başladı. Korkunç bir trafikte sıkışmıştık. Kıpırdayamadığımız bir noktada inanılmaz bir U dönüşü ile (aslında çok iyi yapmıştı) yolu uzatma bahanesi olmadığını anlatıyordu. "Tamam" dedik, "Sorun yok. Yeter ki gidelim". Elimizdeki haritayı görünce bakma bahanesiyle yanına koydu. Bakmadığı öyle belli ki, eli haritanın üzerinde, harita ters duruyor. Burada harita bulmak gerçekten zor. Yılbaşı ikramiyesi çıkmış kadar sevindi. El koyacağını anlayıp ısrarla isteyince sinirlenip "Kaç para istiyorsun? 1 rupi, 2 rupi? " deyince zorla çekerek kurtardık tek haritamızı. Bir anda benzin istasyonuna daldı. Benzini yokmuş. Ya diğer yoldan gitseydik? Bu arada hiç susmuyor, Arabistan'da çalıştığından... herşeyi ama herşeyi anlatıyor. Gideceğimiz Colaba turistik mağazaların olduğu bir bölge. Bize bir mağaza adı söylüyor, "burada tuvalete gitmemize sadece onlar izin verdiği için sizinle oraya gidelim. Siz sadece 2 dk. inin, beni bekleyin". Yürüyerek devam edebileceğimizi anladığımız bir yere geldiğimizde inmek istedik, anlaştığımız parayı vereceğiz, yeter ki kurtulalım bu adamdan. Bir yandan bize bağırıyor "dükkana gideceğiz" diye, bir yandan biz "polis çağıracağız" diye..... İnmekle kaçmak arasında bir durumdu. Arkamıza bakmadan uzaklaştık.
Ertesi gün dünyaca ünlü Açıkhava çamaşırhanelerinden en büyüğü Dobi Ghat'a gittik.Bütün şehirden gelen binlerce çamaşırın açık hava havuzlarında yıkanıp ütülendiği yere girmek için kapıda turistleri bekleyen görevlilerden birisine 3 USD ödedik. Kocaman labirent gibi alanın büyük bölümünü gezdirdi. 500 çalışanın çoğu okuma yazma bile bilmeden binlerce siparişi karıştırmadan alıp teslim ediyorlarmış. Dobi denilen yıkayıcılar, çamaşırları bitirdikten sonra aynı havuzlarda kendileri yıkanıyorlardı.
Yanındaki tren istasyonuna gidip Hint filmlerinin merkezi Bollywood stüdyolarına doğru yola çıktık. Şehrin dışındaki stüdyoların ziyaret edilebildiğini, hatta bazen turistlerin de figüranlık yaptıklarını okumuştuk. Kişi başı 7 rupi verdiğimiz bileti alırken bizden başka bilet alan olmaması ama trenlerin dolu olması da ilginçti.Üstelik hiç kontrol de yoktu.
Tacizler nedeniyle kadınlara özel vagonlar var. Biz oturan şanslılardan olduk ama dolmaya başladıkça kadınlar da canavarlaşmaya başladılar. Hamile kadınlara bile yer verilmiyor. Ayaktakiler, oturanlara tek tek nerede ineceğini soruyor. "Sen inerken oraya ben oturacağım" diye belirleniyor. Oturanın durağına gelindiğinde bir başkası oraya kolay kolay yaklaşamıyor. Aktarma noktasında önümüzde duran vagonda kadın işareti yoktu ama içinde 2-3 kadını görünce biz de oraya geçtik. Çok daha sakin, kavgasız, daha rahat ettiğimizi düşünerek şaşırmıştık. İneceğimiz zaman tam kalkmıştık ki, birisi duyulur bir sesle"neden iniyorsunuz, iyiydi böyle" deyince gülüşmeler oldu.
Stüdyoları tarif eden görevliler, istasyondan sonra birkaç dakikalık yol olduğunu söylemişlerdi. Bir tuktuğa atladık. Bu taraflarda artık İngilizce hiç konuşulmuyor. Tuktukçu ile zaten çok ucuz olan rakamı zor anlaştık. Git git yol bitmiyor. mahalleler geçtik, nihayet ulaştık. Askeri nizamiye gibi bir kontrol noktasında aracın yasak olduğu söylendiğinden tuktuğu yolladık. Görevli ise içeriye bizim de yaya bile giremeyeceğimizi daha sonra söyledi. Günlerce önce internetten randevu alınması gerekiyormuş. yalvar yakar .. nafile. Bir yandan neden önce söylemediğine kızıyoruz bir yandan umutsuzca bir taksi bekliyoruz. Turist dolu bir minibüs ve Hintli rehberleri geldiler. Rehber indi , görevlilerle konuşurken biz de onlarla girebilir miyiz diye bekliyorduk ki onlar da randevuları olmadığı için geri çevrildiler. Plansız programsız turist getiren bir rehberin de gruba ne bahane anlatacağını merak ettik. Mucize bir taksi ile istasyona dönüp trenle Crawford Market'e gittik. Hayalinizde Eminönü'ndeki dükkan sayısını kat kat artırın, içine dar sokak trafiği, karmaşa, daha koyu renkli binlerce insan koyun, ortasına da büyükçe bir sebze pazarı. İşte Crawford ve çevresi, satılan mallar da Eminönü'nde az çok bulunabilecek türden.
Akşam yemeği için Colaba'daki ünlü Leopold Cafe'ye gittik.
Birkaç fotoğraftan sonra kalan enerjimizin son damlalarıyla otelimize yürüdük.
Sabah ilk işimiz Hindistan Kapısı'nın olduğu Apollo Bunder Meydanı'nından Elephant adalarına tekneye binmek. Polis kontrol noktasından sonra tekneye 2 kişi 300 rupi verdik. Teknenin üst katına çıkmak istedik, extra ücret istediler. Genç bir çift parayı ödeyip çıktı ama hareket eder etmez geri indiler, aşağısı daha rahatmış. Adaya 1 saatte ulaştık. Uzun iskeleden adaya kadar minik bir tren var ama biz beklemeden yürüdük.
Etrafımızı "rehber ister misiniz, içerisi çok karmaşık, kaybolursunuz" diye seslenenler ve turistlerden yiyecek - içecek kapma telaşında maymunlar doldurdu. Biz yine de kendi başımıza gitmeyi tercih ettik. Hediyelik tezgahların sıralandığı uzun merdivenlerin sonuna doğru karşılaştığımız türk çift de "3-5 mağara sadece" diye bizi onayladı. İlk mağara en büyüğü, güzel ve etkileyici, biraz ilerleyince de diğerleri. Gezdirmek için 500 rupi istiyorlardı girişte. Aşağıya döndüğümüzde tezgahların sahiplerinin çoğunun ilerideki köyün sakinleri olduğunu öğrendik. 200kişilik köyün 10. sınıfa kadar okulu da varmış. Teknede dönüşümüz dalgalı, rüzgarlı, ıslak ve çok soğuk oldu. İner inmez yine bilinen, Colaba'nın ünlü mekanlarından Cafe Mondegar'a gittik.
Trenle dönerken bugünün ana programındaki "dabbawala" yemek taşıyıcıları da yavaş yavaş görünmeye başladılar.Mumbai'nin sembollerinden olan bu yemek taşıma sistemi sömürge döneminde ingilizlerin yerel yemeklere alışamamasından kaynaklanmış. Şehir merkezinde çalışanların öğle yemeklerini evlerinden alıp işyerlerine getiren bisikletli taşıma daha sonra bütün kente yayılmış ve birçok üniversitenin ders programlarına bile girebilecek kadar düşük hata oranıyla hala devam etmekteymiş.Günde yaklaşık 150-200 bin evden toplanan sefertasları, tren istasyonlarında alıcının adreslerine göre sınıflandırılarak bir sonraki görevliye teslim ediliyor.Bu işlemi Victoria tren istasyonunda öğle 12:00 gibi görebileceğimiz söylenmişti ama daha önce yakalayamamıştık. Meğer 11:15 gibi Churcgate istasyonundaymış asıl hareket. Bir anda sefertaslarıyla dolu uzun kasaları başlarında taşıyan çoğu beyaz giyimli onlarca adam ternden inip istasyonda belli noktalarda toplanmaya başladılar. Yabancı turistler kadar Hintli üniversite öğrencileri de onları bekliyorlardı. Aynı anda turistler ve öğrencilerin de koşuşturmaları başladı. Dabbawalalar ise ilgiye çoğunlukla tepkisiz, zaman zaman "ayak bağı olmayın" ifadesiyle yemek kaplarını gruplandırmaya çalışıyorlardı. Taşıyıcıların sorumlusu bir adam da zaman zaman fotoğraf çekmeyi sıraya koyarak yardımcı olmaya çalışıyordu. Çoğu okuma yazma bilmeyen taşıyıcıların sadece belirleyici işaretlere bakarak 6 milyonda 1 hatayla dolu ve boşları getirip götürmeleri yabancı belgesellere bile konu olmuş. Sistem artık cep telefonu gibi teknolojik destek de alıyormuş. Eşlerinden başka çocuklarının okullarına yollayanlar da oluyormuş. Aileye maliyeti ayda 50 USD, taşıyıcıların aylık maaşı 30-40 USD kadarmış. Toplama ve dağıtım süresi 1 saat olduğundan yemekler soğumadan teslim edilebiliyormuş.
Günün devamında gittiğimiz modern alışveriş merkezleri sokaklar kadar ilgimizi çekmedi.
Hindistan defalarca gidilesi ülkelerden birisi olmayı hakkediyor. Gezginleri şaşırtmayı seviyor olmalı. Renkleri, sesleri, kokusu üzerimize sinince müptelası mı oluyoruz yoksa Hindistan'ın ?
Süper
YanıtlaSilHarika Olmuş
YanıtlaSil